Bir Oyuncak Meselesi
- ggkcen

 - 24 May
 - 2 dakikada okunur
 
Önümde sıra sıra dizilmiş bir sürü paket var. Sayı saymayı da henüz çok iyi bilmediğimden, her biri sonsuz bir merakla duruyor karşımda. Açarken çok mutluyum ama içindekini gördükten hemen sonra, gözüm bir diğerine kayıyor. Bir, iki, üç derken artık az çok hangi oyuncakların çıkabileceğini tahmin edebiliyorum ve o ilk paketi açarken duyduğum heyecan giderek sönüyor.
Sonra herkes gidiyor. Tek başıma kalıyorum odamda, çevremde açılmış oyuncak kutularıyla. Seçeneklerim bu kadar çok olunca hangisiyle oynamak istediğime karar veremiyorum. Ve sonunda oynamaktan da vazgeçiyorum. Bunun yerine, tablette oyun oynayan çocukların videolarını izlemeye başlıyorum.
Çok iyi hatırlıyorum o günü. Karne hediyemdi o şarkı söyleyen Barbie. Ama bu hikayeyi anlamlı kılan tek başına Barbie değil. Ne zaman markete gitsek, o kutunun yanına koşardım. Açıp dokunamasam da kutuyu alır, görebildiğim her detayını dikkatle incelerdim. Saçlarının rengi, elbisesindeki parıltılar, mikrofonu tutuşu... Hepsi aklımda yer etmişti.
Bir alışkanlığa dönüşmüştü bu. Marketin kapısından girer girmez yöneldiğim ilk yer, o raftaki kutu olurdu. Çünkü bir söz almıştım: Karnemi aldığım gün o Barbie benim olacaktı. Bu düşünceyle başlıyordum her güne. Her geçen gün beni o ana biraz daha yaklaştırıyordu. Ama bir yandan da içimde bir telaş: Ya başkası alırsa? Çünkü çok fazla yoktu ondan.
O zamanlar marketten alışveriş puanı toplanır, belli bir seviyeye ulaşıldığında bu puanlarla bazı ürünler alınabilirdi. Yaklaşık on dokuz yıl önce, o Barbie elli dört liraydı. Bizim puanımız altmıştı. Yani alabiliyorduk. Babam sözünü tuttu, karne günü geldiğinde o kutuyu elime verdi. Barbie hâlâ duruyor. Ama mesele Barbie değil.
Bir beklentim vardı. Ulaşılabilir, gerçekçi bir istek. Bu yüzden mutluydum. Çünkü tam da mutluluğun temelinde bu yatıyor: Beklentilerimizle gerçekliğimiz arasındaki mesafe açıldığında mutsuzluk başlıyor. O Barbie sadece benim ilgimi çekmişti. Çünkü şarkı söylüyordu. Ve ben de şarkı söylemeyi çok severdim. Yani bu, benim için anlamlıydı.
Bir şeye gerçekten istemek için, onunla aramda kişisel bir bağın olması yeterliydi. Kaç kişinin kaç Barbie’si olduğunu bilmiyordum. Kıyaslama yapmıyordum. Sadece o, şarkı söyleyen Barbie’yi istiyordum. Ve kutusunu açacağım tek bir oyuncak vardı önümde. Hayatım sade ve netti. Açtım ve oynadım.
Belki önümde kafamı karıştıracak kadar çok kutu olsaydı, hepsi de aynı şeyi yapan Barbie’ler olsaydı, işte o zaman ne yapacağımı bilemeyebilirdim. Belki hiçbirine tam olarak bağlanamazdım. Belki de o ilk heyecanı hiç yaşayamazdım.
Şuraya varmak istiyorum: Basit olan, az da olsa, fazla olan karmaşıklıktan daha çok mutlu eder. O Barbie’yi aldığımda bunu herkes bilmiyordu. Sosyal medyada paylaşılmamıştı. Göz önünde yaşanmamıştı. Zaten böyle bir gereksinim de duymamıştım.
Ama ya o gün önümde birden fazla kutu olsaydı? Ya birileri her birini açışımı videoya çekseydi? O zaman mutluluğumun kaynağını yanlış yerde aramaya başlayabilirdim. Kutunun içindekini değil, kutuyu açtığım anı önemsemeye başlardım. Kendimi değerli hissettiğim an, sadece o an olurdu. Ve o hissi tekrar yaşamak için hep yeni kutulara ihtiyaç duyardım.
Sonra? O yoğun heyecan, yerini bir boşluğa bırakırdı. O anlara duyduğum özlemin nedenini bile tam olarak açıklayamazdım belki. Ne kadar tekrarlarsam tekrarlayayım, o ilk sevinci yeniden yaşamak zorlaşırdı. Hedonik adaptasyon denen şey devreye girerdi.
Ama benim bir Barbie’m vardı. Uzun süre onunla oynadım. İşim bitince kutusuna özenle geri koydum. Şimdi bir Barbie gördüğümde, yüzümde bir tebessümle hatırladığım gerçek bir anım var. Belki de hâlâ içimde devam eden bir mutlulukla birlikte.




Yorumlar